Osmanlı İstanbul’unda şehir ve doğa ilişkisi

06/01/2020

BU+ Etkinlikleri kapsamında düzenlenen ve bu yıl “Şehrin Halleri” serisiyle devam eden “Mezunlarla Açık Derslerin” aralık ayındaki konuğu, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Çiğdem Kafescioğlu oldu. 19 Aralık tarihinde Demir Demirgil Salonu’nda gerçekleşen ve “İstanbul'da Mekânın ve İmgenin, Kentleşmenin ve Doğanın Tarihi” başlığını taşıyan derste Prof. Dr. Çiğdem Kafescioğlu; İstanbul’da mekânın nasıl inşa edildiği, hangi mekanizmalarla yerleşim alanlarının İstanbul’a has özellikler ortaya çıkardığı ve İstanbul’un kentleşme sürecinde doğal çevreyle olan ilişkisi hakkında bilgilendirici bir sunum yaptı.

Geçtiğimiz yıl “Ekonominin Halleri” başlığıyla düzenlenen Mezunlarla Açık Dersler, Boğaziçi mezunlarının kampüsü yeniden yaşamaları ve üniversitede gerçekleştirilen araştırmalardan haberdar olmaları fikrinden yola çıkıyor. Derslerin bu yılki teması olan “Şehrin Halleri” serisi ise İstanbul’u; tarihi, sosyolojik süreçleri ve edebiyatıyla bir bütün olarak ele almayı amaçlıyor.

19 Aralık tarihinde gerçekleştirilen serinin ikinci dersinin açılış konuşmasını yapan Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Ofisi Koordinatörü Nilgün Orhan, Prof. Dr. Çiğdem Kafescioğlu’na teşekkürlerini sunarak Kafescioğlu’nun akademik çalışmaları hakkında bilgi verdi. Kafescioğlu’nun 1985 yılında Boğaziçi Tarih Bölümü’nden mezun olduğunu, 1988’de yüksek lisansını tamamlamasının ardından 1996 yılında Harvard Üniversitesi’nde sanat tarihi doktorası aldığını belirten Nilgün Orhan, Prof. Dr. Çiğdem Kafescioğlu’nun “Erken Modern İstanbul,” “İstanbul: Kültürel Karşılaşma, İmparatorluk Vizyonu ve Osmanlı Başkentinin İnşası” başlıklı kitaplarının olduğunu ekleyerek 2011 yılında Amerikan Mimarlık Tarihçileri Birliği tarafından “Spiro Kostof” kitap ödülüne layık görüldüğünü hatırlattı.

İstanbul’un genel özelliklerini ele alarak konuşmasına başlayan Prof. Dr. Çiğdem Kafescioğlu, şehrin hem Bizans’ın hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olmasının uzun soluklu tarihinde kimliğini belirleyen unsurların başında geldiğini belirtti. İstanbul’un tarihinin çoğu döneminde büyük nüfus barındıran şehirlerden biri olduğunu da dile getiren Kafescioğlu, bu nüfusun hep çoğul, çok dilli, çok dinli ve çok etnisiteli olduğunun altını çizdi.

Kafescioğlu; İstanbul’un temiz içme suyu problemine ve nüfusu tam anlamıyla besleyecek bir gıda üretiminin olmamasına da değinerek şu bilgileri verdi: “Su, geçmişte de İstanbul için sorun olmuştur. İstanbul’un suyu hep çok uzaktan geldi ve bunun için büyük çabalar harcandı. Örneğin, Roma döneminde İstanbul için inşa edilen su yolu, dünyanın en büyük su yoluydu. İstanbul’un yaşadığı bir diğer sorun ise şehrin metropolü besleyecek bir gıda kaynağının olmamasıydı. Gıda, Anadolu ve Balkanlar’a ek olarak Karadeniz ve Akdeniz havzalarından sağlanmıştı.”

1450-1800 aralığına yerleştirilebilecek Erken Modern Dönemin temel özelliklerini ve tarihsel bağlamını dinleyicilere aktaran Kafescioğlu, bu dönemin toprak hâkimiyetine dayalı siyasi teşekküllerin oluştuğu bir dönem olduğunu, Osmanlı merkezi devletinin bu dönemde oluşan monarşik ve emperyal yapıların öncüllerinden olduğunu açıkladı. Erken Modern Dönemde oluşan merkezileşme sürecinde yeni başkent inşa projelerinin başladığını ekleyen Kafescioğlu, başkentlerin devletlerin sürekliliğinin mümkün kılan mekânlar şeklinde tahayyül edilmeye başlandığını belirterek konuşmasını şu ifadelerle sürdürdü: “Erken Modern Dönemde İstanbul da mekânsal olarak büyümüş ve yeni bir şehirli zümrenin doğuşuna şahitlik etmiştir. Modern anlamda henüz bir tüketim toplumu oluşmamakla beraber İstanbul’da insanların genişlemiş bir üretim ve tüketim ağı içinde yaşamaya başladığı söylenebilir. Ayrıca İstanbul, Doğu Akdeniz’in önemli ticaret limanlarından biri olarak ön plana çıkmış, şehirde kahvehaneler gibi dini kurumlar dışında gelişen yeni sosyalleşme biçimleri açığa çıkmıştır. Bu dönem, kadınların da banilik gibi farklı mekanizmalar içinde daha fazla görünürlük kazandığı bir dönemdi.”

“İstanbul başkent ilan edildiğinde kimse koşarak gelmedi”

Erken Modern Dönemde İstanbul nüfusu konusunda bilgiler veren Prof. Dr. Çiğdem Kafescioğlu, Osmanlı fethi sonrasında İstanbul nüfusunun 50.000 kişi olarak tahmin edildiğini dile getirdi. 1477 senesine tarihlenen İstanbul’un ilk nüfus tahririnin ise kişiler başında değil hane bazında yapılmış bir sayım olduğuna işaret eden Kafescioğlu, o dönem sur içinden ibaret olan İstanbul’un %60’ının Müslüman, diğer cemaatlerin ise Rum Ortodoks, Yahudi, Kefeli, İstanbul ve Karaman Ermenilerinden oluştuğunu; Galata’da ise Müslümanların %35 oranında kaldığını açıkladı. Fetihten sonra İstanbul’daki nüfusun arttırılmasında, ücretsiz olarak mülk verilme vaadiyle şehre davet edilenlerin ve sürgün cemaatlerin etkisinin olduğunu kaydeden Kafescioğlu; şu sözlerle konuşmasına devam etti: “Fetihten sonra İstanbul, kendiliğinden büyümemişti. Nüfusun arttırılmasında sultanın ve seçkinlerin iradesi rol oynadı. Aslında ne imparator Konstantin burayı 2. Roma olarak kurduğunda ne de burası Osmanlıların başkenti ilan edildiğinde, insanlar İstanbul’a koşup gelmediler. Hatta bazı cemaatler gelmemek için ellerinden geleni yaptılar.”

“At Meydanı, şehrin önemli bir kamusal mekânıydı”

Erken Modern dönemde İstanbul’un yeni bir siyasalın merkezi olarak kurulması projesi kapsamında yapılan faaliyetlerden bahseden Çiğdem Kafescioğlu, Bizans su yollarının tamirinin yanı sıra, ticaret altyapılarının oluşturulmasının bu dönemde ağırlık kazandığını aktardı. İstanbul’un yeni bir başkent olarak ele alınma projesinin bir dizi kamusal yapının inşasını içerdiğini ekleyen Kafescioğlu, Fatih Külliyesi örneği üzerinden şehrin yeni yerleşim bölgelerinde kurulan ve merkezinde camilerin bulunduğu külliyelerin simgesel ve işlevsel rollerini tartıştı.

Şehre anıtsal imge kazandıran yapıların yer seçimlerinin Bizans ve Osmanlı arasında devamlılıklar gösterdiğinin altını çizen Kafescioğlu sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu devamlılık Ayasofya’nın, Hipodrom’un ve Konstantin’in Büyük Sarayı’nın bulunduğu çekirdek bölgede gözlemlenebilir. Şehrin dini, idari ve törensel merkezi olarak tanımlanabilecek bu merkezdeki Hipodrom, Osmanlı döneminde At Meydanı’na dönüştürülecek ve Ayasofya’nın saray ile ilişkisi Topkapı Sarayı inşasıyla yeniden ele alınacaktı.”

Bazı tarihçiler arasında Osmanlı şehirlerinde kamusal alanların bulunmadığı, varsa bile bu mekânların camiler olduğu şeklinde yaygın bir görüş olduğuna değinen Kafescioğlu, bu görüşün yanlışlığını ele alarak kamusal mekân bakımından At Meydanı’nın önemini vurguladı. Evliya Çelebi’nin İstanbul’un mesire yerlerinden bahsederken At Meydanı ile başladığına dikkat çeken Kafescioğlu; bugün turist otobüslerinin park ettiği, çoğunlukla ortasındaki dikilitaşlara bakmak için uğranılan meydanın bir zamanlar şehrin kalbinin attığı ve sarayın şehir içinde kendini görünür kıldığı yerlerden biri olduğunu hatırlattı.  

“Topkapı Sarayı’nda yetiştirilen sebze ve meyveler İstanbul pazarlarında satılıyordu”

Konuşmasının son kısmında İstanbul ve doğa ilişkisi üzerinde duran Çiğdem Kafescioğlu, doğa ve şehir ayrımının insanların zihin dünyasında, neredeyse şehirlerin var olmasından itibaren oluştuğunu söyleyerek İstanbul’un da Osmanlı döneminden bazı haritalarda, çevresindeki denizle ve kara surlarıyla keskin bir şekilde tanımlandığını belirtti. Kafescioğlu bu durumu şöyle yorumladı: “Doğaya dair unsurları şehre içkin olarak anlamaya çalışan şehir tarihçilerinin yakın zamanlı çalışmalarına göre; İstanbul’da şehir ve doğa arasında dönemin bazı haritalarında görülen keskin bir ayrımın olmadığı anlaşılmıştır. Yedikule marulu, Langa hıyarı, Bayrampaşa enginarı gibi İstanbul’un ünlü sebze isimleri, bize zaten şehri tarımsal bir üretim yeri olarak da görmemize olanak sağlıyor. Tarihsel olarak İstanbul, her zaman kendi taze sebze ve meyvesinin bir kısmını gerek sur içinde gerek yakın çeperinde üretmiştir. Bugün üzeri kapalı Bayrampaşa Deresi hattında uzanan ve Yedikule’den başlayıp kuzeye doğru surları takip eden bostan alanları üretimin sağlandığı önemli alanlardı. Hatta Topkapı Sarayı’nın içinde de bostanlar vardı. Saray, ürettiği sebze ve meyveyi pazarlarda satıyordu. Bostanlardan geriye bir tek Yedikule Bostanları kaldı.”

“İstanbul’un geleceğini düşünürken tarihi boyutunu işin içine katmalıyız!”

Şehrin dışındaki doğa ile ilişki konusunda ise serbest zaman gibi kavramların ve üretim faaliyetlerinin “şehrin hallerini” etkilediğini söyleyen Çiğdem Kafescioğlu konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “İstanbul’un dışı ayrıca hayati öneme sahip su yolları ve su kaynaklarını barındırıyor. Göktürk, Zekeriyaköy, Bahçeköy gibi yerleşimlerin tarihi bu durumla ilişkili. Bu yerleşimlerin tümü 15. ve 16. yüzyıldan itibaren Bizans su yollarının tamiri ve genişletilmesinden sonra kurulmuş su yolu köyleri. Vergi muafiyeti karşılığında su yollarını ve su kaynaklarının bulunduğu ormanı korumak bu köylülerin görevleri arasındaydı. Buraların sakinlerinin tarihlerini ne derece biliyoruz? Şehrin çeperiyle, doğal kaynaklarıyla, suyuyla ve bunlarla ilgili meselelerle gittikçe daha çok uğraştığımız günümüzde tarihi boyutu işin içine katmak, şehrin geleceğini düşünmek açısından faydalıdır.”