Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi Müdürü ve Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Gülsoy, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra Psikoloji Bölümü’nde yüksek lisans derecesini aldı. Doktora derecesini İstanbul Teknik Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği programından alan Gülsoy, 2000 yılından beri Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü’nde öğretim üyeliği yapıyor ve aynı zamanda 1999 yılında yayımladığı ilk kitabından beri edebiyat dünyasına kazandırdığı çok sayıda önemli eserle aktif yazarlık hayatını sürdürüyor.

Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Edhem Eldem Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nde başladığı lisans eğitimini üç dönem okuduktan sonra geçtiği Siyaset Bilimi Bölümü’nde tamamladı ve Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. Doktora eğitimini Aix-en-Provence Üniversitesi’nde Prof. Dr. Robert Mantran’ın danışmanlığında yaptığı “18. Yüzyılda İstanbul’da Fransız Ticareti” başlıklı teziyle tamamlayan Eldem, 1989 yılından beri Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. Prof. Dr. Eldem’in çalışma alanları arasında Geç Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihi, aydın biyografileri ve arkeoloji tarihi gibi konular yer alıyor.

Lisanstan sonra farklı bir disipline geçmeye nasıl karar verdiniz, sizin için bu süreçte spesifik bir karar anı oldu mu?

Murat Gülsoy: Boğaziçi Üniversitesi’ne girdiğimde henüz 17 yaşındaydım, tercih yapmakta çok zorlandığımı hatırlıyorum. Lisede başarılı bir öğrenciydim, üniversite seçme sınavında 5. olmuştum, dolayısıyla nereyi tercih edersem oraya girecektim, bir başka deyişle tüm kapılar önümde ardına kadar açıktı. Ama ne yapacağımı tam olarak bilemiyordum. O zamanlar, şimdiki gibi yol gösteren oryantasyon programları, rehberlik hizmetleri, tanıtım günleri yoktu. Ben de gelecekteki seçeneklerimi geniş tutmak için Elektrik-Elektronik Mühendisliğini tercih ettim. Okurken tercihimden memnun kaldım ama ilgi alanlarımın daha geniş olduğunun farkına vardım. Edebiyatla, felsefeyle, bilimle, sanatla uğraşmak istiyordum. Üniversite bittiğinde bir arayış içine girdim. Ekonomi ile psikoloji arasında gittim geldim bir süre. Ama burada benim aklımı çelen ya da cesaretlendiren diyeyim, o yıllarda psikoloji bölümünde fizik bölümünden bazı asistanların laboratuvar kurmak için çalışmaya başlamış olmalarıydı. Üstelik onlar da benim gibi mühendisti. Daha sonradan yakın arkadaş olacağım Adnan Kurt ve Tuğrul Anıldı psikoloji bölümünde çeşitli deney düzenekleri geliştiriyor, yurtdışında henüz başlamış olan sinirbilim çalışmalarını takip ediyor, aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki genç hocalarla ilişkiyi sağlıyordu. “Sen de gel, burada çok ilginç işler yapıyoruz,” dediler ve ben de hakikaten psikolojide çok mutlu oldum. Harika bir dönemdi, tam anlamıyla disiplinler arası bir çalışma ortamı kurulmuştu. Mühendislikten sonra psikolojinin alan derslerinin yanı sıra araştırma yöntemleri gibi dersleri almak bana bilimsel araştırma nosyonunu kazandırdı. Tez danışmanım, yakın zamanda kaybettiğimiz bilim insanı Çiğdem Kağıtçıbaşı’ndan çok şey öğrendim. Kültürler arası psikolojinin dünyada önde gelen isimlerinden biriydi. Öyle bir ortam düşünün ki günün bazı saatlerinde psikoloji bölümünün laboratuvarlarında algılama deneyleri yapıyoruz, bazı saatlerde fizik bölümü laboratuvarlarında ölçüm düzenekleri geliştiriyoruz, bazı günler tıp fakültesindeyiz hekim arkadaşlarla ortak seminerler düzenliyoruz. Bu beni gerçekten çok geliştirdi.

Edhem Eldem: Ben disiplinimi iki kere değiştirdim, önce 3 dönem Endüstri Mühendisliği Bölümü’nde okuduktan sonra Siyaset Bilimi’ne geçtim. Bunun sebebi gayet basitti, mühendislikte tutunamadım. Bölüm tercihi yaparken lisede fenden mezun olduğum için “Mühendislik okursun, üzerine de bir işletme yüksek lisansı çektin mi, seni kimse durduramaz,” türünden bir dolduruşa gelerek mühendisliğe girmiştim, ama sonra farkına vardım ki bundan hiç zevk alamıyorum ve orada tutunamıyorum. Bence nereden mezun olduğunuzun sizin ilerideki eğitiminizi belirlemesi iyi bir şey değil; yani farklı yönelimlere imkân vermesi çok başka bir şey. Fenden mezun olup da edebiyata dönmek isteyen birine kapıların açık olması lazım. Sistemin, kültürün ve çevrenin buna hazırlıklı olması lazım, oysa bizde değil. Bir de bölümler arasında bir hiyerarşi var. Bu hiyerarşide tıp ya da mühendislik ya da somut ve pratik bir mesleğe, piyasası uygun olan bir mesleğe imkân veren bölümler tepede, afaki kalan ve o alanda meslek edinseniz bile maddi karşılığının çok olmayacağı düşünülen alanlar aşağıda yer alıyor. Sosyal bilimler çerçevesinde bile Fen-Edebiyat Fakültesi bünyesinde yer alan tarih, edebiyat gibi alanlar ile İdari Bilimler içinde yer alan işletme, iktisat gibi disiplinler arasında bir hiyerarşi kuruluyor ve bunu belirleyen aslında insanların seçiminden çok piyasa şartları. Ben bu hiyerarşide tepeden aşağı doğru yuvarlandım, yani mühendislikte başlayıp siyasete geçtim, siyaseti bitirip doktoramı tarihte yaptım. 30 sene sonra geriye baktığımda bu kararın mantıklı, faydalı ve yerinde bir karar olduğunu düşünüyorum. Şu anda bulunduğum yeri yani tarih disiplinini bana en uygun alan olarak görebiliyorum. Ancak dediğim gibi ideal şekilde bir seçicilik yapmadım, tersine bir seçicilikti çünkü istemediklerimi eleye eleye gittim. Şunu da unutmamak lazım ki 17-18 yaşında yeni liseden mezun olan birinden böyle bir bilince sahip olmasını beklemek çok gerçekçi değil. Sistemin en büyük problemi bu, o yüzden de üniversitenin programı ve disiplin anlayışı ne kadar esnek ve disiplinler arası ise öğrencinin o kadar lehine olur. Örneğin Amerika’da iki sene boyunca ortak dersler alırsınız sonra ne yapmak istediğinize karar verirsiniz, bunun mantıklı bir tarafı var. Boğaziçi’nde ise Türkiye şartlarında bu esneklik ne kadar olabiliyorsa o kadar var; ama var. Hatta başka üniversitelere nispetle çok var.

Boğaziçi Üniversitesi'nin disiplinler arası çalışmalara değer veren kültürü farklı bir alana yönelmenizde etkili oldu mu?

Murat Gülsoy: Elbette, tüm bu ortamın oluşmasını Boğaziçi’ne borçluyduk ve bunun çok farkındaydık; çünkü bir yandan da farklı üniversitelere gidiyor, başka kurumsal alışkanlıkları ve gelenekleri tanıyorduk. Gerçekten de Boğaziçi bir vaha gibiydi. Herkesin eşit olduğu bir ortamdı, kimin profesör kimin asistan olduğunu bilmezdi öğrenciler çoğu zaman. Örneğin ders dışında kendi aramızda toplanıp seminerler yapardık ve bu ortamlarda kimse bir diğerine titri ya da kıdemi yüzünden farklı davranmazdı. Ayrıca, hocaların bir başka özelliği de hepsinin kendi alanları dışında da bilgili ve kültürlü olmalarıydı. Bu bence çok önemli. Tüm kampüse yayılan kültür sanat faaliyetleri de bu disiplinler arası ortama ayrıca katkıda bulunuyordu. Örneğin mühendislik okurken ART dersleri kapsamında Greg Wolf adlı bir sanatçı-hocadan aldığım derslerin üzerimden kalıcı etkisi olmuştur; keza, Hilmi Yavuz’dan aldığım Kıta Felsefesi ve İslam Felsefesi dersleri bana çok şey katmıştır. Tüm bu ortamlarda tanıştığım farklı bölümlerden öğrencilerden çok şey öğrenmişimdir.

Edhem Eldem: Elbette özellikle benim okuduğum dönemde disiplinler arasılığa daya uygun bir ortam vardı, çünkü bu tür bir esneklik çok kalabalık sınıflarla, çok kalabalık bölümlerle ve çok kalabalık bir üniversiteyle mümkün değil. Benim zamanımda galiba toplam 2500 öğrenci vardı, şimdi bunun 6 misli öğrenci var. Çok kalabalık olan, öğrenci ve öğretim üyesi oranı bozuk olduğu ve imkânların kısıtlı olduğu durumlar çok disiplinli olmaya engel olur. Boğaziçi’nde her ne kadar ilkesel olarak bu anlayış her zaman olmuşsa da uygulanması aşamasında sorunlar olabiliyor; ancak bu sorunu çözmeye yönelik çift ana dal, yan dal gibi formüller var. En önemlisi de şu ki idare ve öğretim üyeleri bu anlayışın gerekliliğine inanıyorlar. En azından sosyal ve beşeri bilimler için bunu söyleyebilirim.

Boğaziçi gibi disiplinler arası çalışma ortamı sunan bir kurumda yer almanın kariyerinize ne gibi katkıları oldu?

Murat Gülsoy: Ufkumu o kadar genişletti ki… Her şeyden önce, kendi disiplinim dışındaki insanlardan kendi alanımdakilerden daha çok şey öğrenebileceğimi ve bilginin çok değerli olduğunu öğrendim. Farklı alanlardan gelen insanların sadece bilgileri farklı değildir aynı zamanda bakış açıları, araştırma pratikleri, yöntemleri de farklıdır. Bu farklılıkların bir araya gelmesinden son derece yaratıcı işler ortaya çıkabilir. Yeter ki insanların düşüncelerini ifade edebilecekleri ortamları olsun ve bu Boğaziçi’nde her zaman vardı.   

Edhem Eldem: Çok şey kattı, en basitinden meslektaşlarıma nispetle sayı ve oran konularına bir aşinalığım var. Bir sayının temsil gücünü, bir istatistiğin nasıl okunabileceğini yani tarih gibi bir alanda rakamın ne zaman manidar olduğunu ne zaman olmadığını ayırt edebilirim ve bence bu önemli. Bunun dışında sosyal bilimler ile beşeri bilimler arasında da bir fark var. Sosyal bilimlerde eninde sonunda rakama, serilere ya da örüntülere çok daha fazla bir duyarlılık var. Eğer ben ilk zamanlarımda iktisat tarihine yakın denilebilecek bir alanda çalıştıysam bu siyaset bilimi geçmişim sayesindedir. Hala şuna inanıyorum ki bir seçim yapmak gerekirse iyi bir iktisat tarihçisinin önce iktisatçı sonra tarihçi olması gerekiyor. O nedenle her zaman Şevket Pamuk’u bir örnek olarak veririm. Aynı zamanda tarihçi formasyonuna sahip olup da daha sayısal bir boyutu olan ve devamlılık üzerine kurulu, seriler üzerine çalışabileceğiniz bir alanda at koşturabilmek için o alanlardan da beslenmiş olmak gerekiyor. Onun ötesinde zaten tarih dediğiniz şeyin altında o kadar çok disiplin ve alt disiplin, farklı bakış açıları, farklı yöntemler ve kaynaklar var ki… Örneğin ben şu anda arkeoloji tarihi, şehir tarihi, sanat tarihi üzerine çalışıyorum. Bunları çalışabilmek için en basitinden biraz sosyoloji, biraz antropolojiden anlamak, bu disiplinleri kendi alanınıza uyarlamayı bilmek gerekiyor. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü olarak her zaman iftihar ettiğimiz nokta, bölümümüzün bir tür şemsiye gibi gelişmiş olmasıdır. İçinde her zaman sanat tarihi, arkeoloji gibi farklı disiplinler yer almıştır. Hâlbuki çoğu üniversitede bu disiplinler ayrı bölümler halinde bulunmaktadır; örneğin sanat tarihi bölümleri genellikle ayrıdır. Sanat tarihiyle tarih arasında elbette bazı farklar var ama sonuçta ikisi de tarih. Aynı bölüm çatısı altında olunca “kuru” tarihçi ile sanat tarihçisi birbirlerinin yöntemlerinden ve bakış açılarından beslenebiliyorlar. Böylece tek taraftan bakan bir disiplinin sınırlamalarından kaçmanın yollarını buluyorlar. Bölümümüzün en önemli özelliklerinden biri de budur. Eğitim süresi boyunca öğrencilere vermeye çalıştığımız anlayış da tam bu yöndedir. Unutmamak lazım ki dört sene sonunda bizden mezun olan birine tarihçi demek mümkün değildir. Tarihçi olabilmek için doktoraya kadar gitmiş olmak ve uzmanlaşmak lazım. Dört sene boyunca bizim verdiğimiz, tarih odaklı bir sosyal bilim, beşeri bilim ve genel kültür eğitimi aslında. O açıdan sosyolojiden ya da edebiyattan o kadar da farklı değil, bu bölümler arasında geçirgenlik var. Bu durum zaten meselenin özünde var.

Lisans eğitiminden sonra farklı bir alana geçmek isteyen öğrencileri ne gibi değişiklikler bekliyor, bu durumun artılar ve eksileri nelerdir?

Murat Gülsoy: İkinci bir üniversite okur gibi oluyorsunuz, en azından ben öyle hissetmiştim. Fakat güzel olan, artık bir üniversite mezunu olarak okuyorsunuz ikinci üniversiteyi, farklı bir alanın bilgi ve yöntemleriyle donatılmış olarak giriyorsunuz yeni alana. O yüzden de çok daha verimli ve yaratıcı olmanız mümkün. Doğrusu ben hiç olumsuz bir yanını görmedim, mühendislik eğitimimim benim için her zaman bir kazanç oldu.

Edhem Eldem: Benim öğrencilere verebileceğim en önemli tavsiye meraklı olmaları. Üniversiteye öğrenmeye gelindiği malum, ama öğrenmek zaten belirlenmiş olan şeyleri almak demektir. Dolayısıyla öğrenmenin ötesini yakalamak lazım. “Boynuzun kulağı geçmesi” diye bir laf vardır ya, aslında üniversitelerimiz ve kültürümüz bunu kabul etmiyor, çok hiyerarşik bir durum söz konusu. Bilgiyi veren hoca, alan öğrencidir gibi görülüyor. Bu bir yere kadar doğru olsa bile aslında bunu kırmak gerekli. Bunu kırmanın tek yolu ise öğrencinin daha sorgulayıcı ve meraklı olmasından geçer. Eğer üniversite yıllarının faydalı olması isteniyorsa etrafta neler olduğuna bakmak ve esnek olmak gerekli. Zaten akademik kariyer açısından belirli bir alanda yoğunlaşmak için sonrasında çok vakit olacaktır.

Disiplinler arası çalışma kültürü geleceğin akademisini sizce ne yönde değiştirecek, nasıl şekillendirecek?

Murat Gülsoy: Ben şu anda tamamen disiplinler arası bir ortamda çalışıyorum. Yüksek lisans ve doktora eğitimi veren Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü’nde mühendisler, fizikçiler, biyologlar, kimyacılar, malzeme bilimcileri, tıp doktorları ile çalışıyoruz. Yeni cihazlar, teşhis ve tedavide kullanılabilecek sistemler ve yöntemler geliştiriyoruz. Çözülmesi gereken sorunlar o kadar karmaşık ki tek bir disiplinin bilgisiyle başa çıkmak neredeyse imkânsız. İkinci çalıştığım yer de, Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, disiplinler arası bir yer. Bu sefer de edebiyatçılar, tarihçiler, sosyal bilimciler bir arada çalışıyoruz. Araştırmalar yürütüyor, konferanslar, etkinlikler düzenliyor, eğitim programları düzenliyoruz. Örneğin Modernliğin 250 Yılı ya da Türkiye’nin 150 Yılı gibi programlarımızda bu farklı disiplinlerden gelen hocalarımız son derece karmaşık olan toplumsal tarihsel gelişmeleri kendi bakış açılarıyla anlatarak katılımcılara çok büyük ve ayrıntılı bir resim sunuyorlar. Geleceğin akademisinin de bu yönde gelişeceğini sanıyorum. Disiplinler arası programlar çeşitlenerek çoğalacak ama bir yandan da temel bilimlerin önemi de artacak diye tahmin ediyorum. Her ne işle uğraşırsak uğraşalım sağlam bir temele sahip olmamız gerekli. Hatta bunu iki temel alana bile indirgemek mümkün: Matematik ve Dil. Ayrıca sanatların da farklı biçimlerde daha fazla hayatımızın içinde olacağını düşünüyorum, belki de umuyorum.

Edhem Eldem: Bence sadece daha iyiye taşıyabilir, ama disiplinler arası çalışmak bütün disiplinleri aynı görmek anlamına gelmiyor. Eninde sonunda belirli disiplinler, belirli yöntemler ve belirli teorik çerçeveler var ki bunlar devamlı değişiyor. Önemli olan duyarlılık ki tarih zaten kesinlik olan veya aranan bir alan değil. Bölüm öğrencilerine hep söylediğim bir şey var, bir soruya kesin bir gerçek ile cevap verebiliyorsanız büyük bir ihtimalle o soru çok ilginç bir soru değildir. Bunun ötesinde insani, ekolojik, ekonomik ya da karmaşık başka bir boyutu olan bir gerçeğe tek bir disiplinden, tek bir cevapla, tek bir soruyla yaklaşmanız zaten mümkün değil. Onun için işin özünde çok disiplinli bir yaklaşımın gerekliliği yatıyor; bunu ne kadar geliştirirsek akademik ortam da o kadar gelişir. Bu durumda tarih ile sosyoloji arasındaki ya da tarih ile ekonomi arasındaki sınırlar mümkün olduğu kadar azalacaktır ve farklı disiplinlerde bulunan uzmanlar beraber çalışabilecek, birbirinin ne dediğini anlayabilecek ve daha geçirgen ve akışkan bir ortam oluşacaktır. Zaten “bilim” denilen şeyin prensibi bu. Eminim ki fen bilimlerinde de bu durum söz konusu, matematik ile fizik arasında ne kadar çok geçirgenlik olduğunu biliyoruz ya da bilişsel bilimlerin fen bilimlerini ve beşeri bilimleri bir araya getiren konuları içerdiğini biliyoruz. Tarihin en ilginç taraflarından biri ise bir işe yaramıyor olabilmesi, çünkü bir işe yaramıyor olmak aslında bir sanatın, edebi bir uğraşın ya da bir lüksün tarifi; çünkü işe yarama yaklaşımı çok kısıtlayıcıdır. Sizi belirli bir yola hapseder ve mesleki bir yararını görmediğiniz şeyleri bırakmaya kadar itebilir.